Atilla Koryürek
Cüneyt E. Koryürek’in kardeşi
BİR GÜZEL ÖYKÜ
Golf pantolonu ile anımsıyorum onu. Eskimeye yüz tutmuş
botları, boyunlu kazağı ve her zaman dik tuttuğu başı ile
küçük bir İngiliz asilzadesi. Küçük yaşını büyüten bir duruş bu.
Yaşı büyüdükçe büyüyen, bir de Tanrı’nın ona lütfettiği ve onun
da beceri ile kullandığı aklın eklenmesi ile cazibe merkezi haline
gelen bir duruş, belki duruştan öte bir “çağrı” bu.
Mahalleli için bir başkaydı o. İnsanlar okunacak kitap bulamazken,
o İngilizce klasikleri okurdu. Eski radyodan BBC’i
dinler, Ankara’da dahi olanları duyamayan bizlere kürenin öte
tarafından haberler aktarırdı.
Aklına koymuştu. Amerika’ya, “Yenilikler Dünyası”na gidecekti.
Yazıştı durdu bir yerlerle. Bu konuda en büyük desteği annem
ve babamdan aldı. Yeni kurulan Ankara Devleti’ne katılmak
için eğitimleri dahil her şeylerini bırakıp gelen ailem aynen Onuncu
Yıl Marşı’nda olduğu gibi, “Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan”
anlamıyla bağdaşacak, yetişmiş beyin gücünün Türkiye’nin
geleceğinin anahtarı olacağına inanıyorlardı. Ve bu inanç içinde
Ağabey’im Cüneyt Koryürek bir öncü olacaktı. Ve Cüneyt Koryürek
gerçek, yılmayan, öğrenen ve öğreten bir öncü oldu.
1962’de kurduğu Delta Ajans ve içindeki müşteriye dönük
hizmet felsefesi, tanıtımda insan seçimi veya seçeneksizliğinin,
mal ve hizmet seçimi ve seçeneksizliği ile oynadığı yeni oyunun,
çoğulsal ilintisi, şimdi adam oldukları varsayılan, bir sürü
“taşralı”yı mesleki bakımdan eğitirken, insanlık bakımından geri
kalmış olmalarının verdiği sıkıntıyı, hem kendine ve hem de onlara
bir fırsat daha verircesine “Onu da öğrenecekler” iyimserliği
içinde görebilme güzelliği farklı kılıyordu onu diğerlerinden.
Bu insanlık bazında hak edilmiş farklılık ne gariptir ki, çoğunlukla
mesleki bakımdan yetiştirdiği, ama insanlık bakımından
“değerlendiremediği o taşralılar” tarafından yadırgandı.
Yadırganmakla da kalmadı, bu taşralılarda bir kompleks oluştu
hocalarına karşı. Bunun adı “Onun gibi olamamak”tı.
O yol ve gönül adamıydı. Yürünecek yol varsa yürüdü, paylaşacak
gönül varsa paylaştı. Zaman zaman yanlış yolda tökezledi,
yanlış gönüle konuverdi. Akıllı bir insan olarak yolun o yol olmadığını,
gönlün de konuverilecek bir gönül olmadığını, iyimserlikle
sürdürebilme gayretlerine rağmen anladı, kendi bitirdi ve bir
daha arkasına dönüp bakmadı. Öyle mi söylemişti bilmiyorum
ama, yaptıklarına bakınca sanki: “Gidenler gider, kalanlar bizimdir”
diyordu.
Çok iyi işler yaptı ama büyük paralar kazanamadı. Zaten
oyuna para kazanmak için başlamamıştı. Oynadığı oyundaki iki
unsuru iyi kullandı. Akıl ve estetik. Ama gel gör ki parayı verenin
aklı ve estetiği onunki kadar olmadığından zorlandı. Bir o kadar
da eşleri zorladı onu.
Politikayı hiç sevmedi ama hep ilgilendi. Benim CHP’den
1975’lerde komünist suçlamasıyla atılmamla alay ederken, esasında
CHP’nin siyasal anlayış hamlığını vurguluyordu.
Askerle ilişkileri hep iyi ve üst kademede olmuştu. O Cevdet
Sunay’ın tercümanlığını yaparken ben de rahmetli Dündar
Seyhan ve grubunun içinde ülke geleceği ile ilgili yapılan planları
anlamaya çalışıyordum. O günlerden bu yana hep bu konularda
uğraşıyor olmam sanki bir “asker ilişkim” varmış imajı bırakmış
tı onda. İlişkimin askerle değil, vatanla olduğu konusunda onu
ikna edemedim.
Birtakım özel derneklere üye olmuş ve sonradan kendi kararı
ile bunlardan ayrılmıştı. Türkiye’nin kalburüstü işadamlarını,
gazetecileri veya kamuoyu önderlerini tanır ve isterse bunlara
ulaşması birkaç dakikasını alırdı. Böylesine geniş ve etkili bir iş
çevresini, kendi çıkarları için kullandığını hiç görmedim ve duymadım
da.
Binlerce kitabı vardı, seyir için değil okunmak için. Ve çoğunu
okudu da. Okuduğunu hazmetti, hazmettiğini de diğerlerinin
hazmedeceği şekilde ve kullansınlar diye verdi. O seçilmiş bir
bilgi jeneratörüydü. Bigisel enerjiyi kullanabileceğini düşündüğü
kişilerle paylaştı, onlara verdi. Bu devlet sırf bu amaçla bir
“serbest kürsü” vermeliydi. Ama devlet o denli bilinçli olmadığından,
yapmak istediği pek çok projeyi de dikkate almadı, aldıysa
da bir başkasına ulufe olarak postaladı. O özel ve üstün bir
“Vatandaş”tı. O devlet tarafından ödüllendirilmedi fakat, onu
daha önce tanımamış ve görmemiş yüz binlerce vatandaşın göz
pınarlarından içgüdüsel olarak inen o sıcak ve temiz gözyaşlarıyla
arındı ve yıkandı.
Duyarlı vatandaş, onun vücuduna o gözyaşları ile yeniden
yeşerecek bir tohumun ilk suyunu, belki de hayata dönüş iksirini
zerk ediyordu. Nereden mi biliyorum? Karşımda duran resmi, o
sevimli gülümsemesi içinde bana bu satırları yazdığım an bakıp,
“Selam küçük, bak yine beraberiz” derken, bana bir şey hatırlatıyordu.
Annemle babamı toprağa verirken ona “Bak Ağabey onları
toprağa verirken, gömdüğümüz bedenleri, sevgileri, saygıları
ve yaşanmışlıkları ise bizde. Onlara sahip çıkarsak onlar içimizde
her zaman yaşayacaklar” demiştim.
Sevgim, saygım ve ortak yaşanmışlığımızla içimde ve canlısın.
Çok yaşa emi...