Dr. Filiz İlhan
Sevgili Cüneyt gideli biraz oldu. Geçen zaman bana yıllar
kadar uzun geliyor. O benim 17 yıllık arkadaşımdı. Bir
halkla ilişkiler konferansında tanıştırıldık. Yabancı konuşmacıyı
çok kötü bozmuştu. Türkiye’deki işleyişteki eleştirisini yersiz
bulmuştu. Akıcı İngilizce’siyle yanlışını düzeltmişti. Dinleyiciler
susuyorken o, doğru tepkiye durumu öyle güzel anlatmıştı ki…
Bu tepkili ve biraz agresif konuşan adamın kim olduğunu
sormuştum yanımdaki arkadaşıma. Kahve arasında bizi tanıştırdı.
Tanışma o tanışma. Görüşmelerimiz, fikirlerimizin aktarımı
derken yıllar geçti. Sohbetler arkadaşlığa, arkadaşlık aile dostluğuna
kadar geldi.
Dostunu seçebilmenin müthiş lüksü olan güvenin ve birbirini
tanımanın getirdiği rehavet ve karşılıksız kabulün konforuyla
dile gelebilen akıldan gitmeyenleri bazen yemeklerle bazen de
(çokça) telefon marifetiyle mesneti arkadaşlık ve yaşanmışlığın
getirdiği çekincesizlik en özlü sohbetlerin belkemiğini oluşturdu.
Bilgiye olan susuzluk deneyimlerimizin pekiştirdiği “biliyor” olmak
bazen karşımıza gelene “çaresiz” kalmak, hayatta dururken,
hatta durup dururken savaşmak gerektiğinde, yaptıklarımızı, yapacaklarımızı
konuşmak gizli bir karşı “olur almak” sohbetimizin
son şarap yudumları gibiydi.
Bazen babamla konuşur gibiydim. Bazen hiç doğmamış ağabeyimle.
Çokça da sahip olduğum çıkarsız yaman konuşan arkadaşımla.
Bu sohbetleri sakın ola sakin, asude bir seyirde geçtiğini
sanmayın. Çoğu kez beni kızdırır, bazen küstürür, bazen bunaltır
bazen de güzel bir takdirle ödüllendirirdi. Sanırım onun büyükçe
kızıydım ben.
Ben bir doktorum. Nereyi yönetiyorsam orada Cüneyt’in
yaşam konferansları oldu. Herkesin içinde beni eleştirebilirdi.
Tek eleştirisi de “Şekerim en az altı yedi kilo vermelisin” olurdu.
Eşimle de bazen azarlar gibi konuşurdu. Oğlum ve kızım da zaman
zaman ondan nasiplerini alırlardı. Bazen karşı tepki koyar, çıkışırdım:
“Onlar çok büyüdüler, iş güç sahibi oldular. Çocuklarımı
ürkütme!” derdim. Derdi ürkütmek değildi şüphesiz. Bir abdal
bir havari bakışıyla “Gerektiğinde takdirleri yapıyorum şekerim”
der yüreğimi soğuturdu.
Anılarımı rahat yazıyorum. Oysa giderken, toprağa verirken
yüreğim dağlanmıştı. Daha yapacak o kadar çok işi vardı ki…
Ben dostuma olan tüm duygularımı yüzüne karşı dile getirenlerdenim.
İçim rahat. Biliyorum onun da içi rahattır. Nurlar
yağsın benim bilge arkadaşıma.
Hayatta telefonla kendisini tedavi ettiğim, branşımın dışındaki
tüm hastalıklarını tedavi ettirmek istediği bir arkadaşıydım.
Telefonda hastalık şikayetlerini anlatır ve hemen reçete isterdi.
“Ben sana geri dönerim. Branş arkadaşıma danışıp görüş alayım,
randevu alayım” demem boşunaydı. İlacın adını not alır, altı yedi
saat sonra “Sağ ol iyi geldi” diye arardı.
Her anneler gününde sabah 8:30’da arar, beni kutlardı.
“Ben senin annen miyim? Daha kendi çocuklarım kutlamadılar”
dediğimde “Şekerim sen benim biraz da annem sayılırsın” derdi.
Bu anneler günü, ondan telefon gelmeyecek…
Sütliman bir arkadaşlık değildi bizimkisi. Bazen çat çat
kavga da ederdik. Bir sabah yine çok erken saatte eve puf böreği
yemeye geldi. Her şeye kusur buldu. Mutfakta elimde kevgir,
önümde yağda kızaran puf böreklerini üzerine dökmekle tehdit
edince ancak susmuştu. Eşim ve çocuklarım bakakalmışlardı.
Kendinden fışkıran bilgeliği, müthiş okuyan, çizen tarafı,
dünyayı da sindirmiş kültür fanilasıyla, küfürleriyle, korkunç
karışık görünen ofisindeki sayısız kitapla dolu odasına her gidişimde
müthiş bir düzenleme arzusu duyardım. Elime bir toz bezi
alıp her tarafı silmek ve kitaplarını alfabetik sıraya göre dizmek
isterdim. O ise gevrek gevrek gülerdi. Elinde kahvesi ve piposuyla
“Otur otur, sonra eve temizliğe gelirsin” ya da “Binayı dipten
temizlersin” diye benimle dalga geçerdi.
Çocuklarım Batur’un ve Başak’ın manitu büyük reisleriydi.
Onlarla işleri ve stratejileriyle ilgili saatlerce konuşur ve yol gösterirdi.
Gençleri çok ama çok severdi.
Atletizm sporunda elinden tuttuğu gençleri hastaneme yollar,
ücretsiz tedavi ve bir sürü tahlil isterdi. “Ama yönetimle papaz
oluyorum” dediğimde, gülerek “Sen halledersin” der ve telefonu
kapatırdı.
Seni çok özlüyorum be Cüneyt’çiğim. Orada cennetinde etrafında
seni dinleyenlerinle, elinde pipon ve kahvenle geliyorsun
gözlerimin önüne.