Cüneyt E. Koryürek

Hakkında Yazılanlar

 

Nihat Demirkol

Milliyet- 23 Ocak 2008

Aksakalın Ardından

Arkadaşım değildi, dostum değildi, akranım hiç değildi.

Belki ‘’tanış’’ sözcüğü, abartısız bir sadelik içinde benim

onun hayatı içindeki yerimi tanımlamaya yeter. Onun benim profesyonelliğim

içindeki yerine gelince... Elde ne var bir bakalım.

* * *

Aynı proje içinde paylaşılmış bir mesai, toplantılar, seyahatler,

yemekler, sohbetler, ağırlamalar... 1997 ajandasından geriye

kalmış imzalı bir “Lider ve Liderlik” kitabı ve zaman zaman matrak,

zaman zaman bilgece tasarlanmış, ama her dem farklı başka

bir şey kokan yılbaşı kartları. Meselâ Çince “kriz ve fırsat” sözcüklerinin

aynı kaligrafiye sahip olduğunu ondan öğrenişimiz...

Bürosunun girişindeki holde duvara iliştirilmiş ve sizi karşılayan

tabelânın ironik tebessümü... Tam hatırlayamıyorum ya bir tramvaydan

ya bir vapurdan geriye kalmış bir esprinin yelpazelemesi:

“Oturacak yer şu kadar, ayakta şu kadar kişi...’”

* * *

İzmir’den İstanbul’a gemiyle gidiyoruz. Sevgili usta Öcal

Uluç ve ben. Randevulu ama ayaküstü uğrayalım diyoruz. Lâf lâfı

açınca, iş simit ve çay sohbetine dönüyor; saatlerce konuşuyoruz.

Biz programını altüst etmekten çekiniyoruz. Çıkınca Öcal Bey,

“Üzülme” diyor, “hoşuna gitmese koyardı kapının önüne, kovalardı

ikimizi de.” Bir ara, “General Garcia’ya mektup” öyküsünü,

bir eğitime çevirdiğimi söylüyorum. Çok keyifleniyor. “Mektup

bende” demez mi? Yanlış hatırlamıyorsam, uzun bir takip ve kovalamacadan

sonra ciddi bir paraya satın alınmış; sessiz bir koleksiyonerin

misafiriyiz yani...

* * *

Çok ciddi bir basın toplantısı düzenliyoruz. Ben sunuşu yapıyorum;

perde arkasından, gözlüğünün arkasından, pipo dumanının

arkasından bakıyor. “Güzel” diyor. “Müziği çok güzel seçmişsin.

BBC, II. Dünya Savaşı’nda, cepheden saat başı haberlerini

bu jenerikle verirdi...” Kulaklarımda hâlâ Maurice André’den

“Jeremiah Clake ve Trompet Voluntary...” Akşam Ankara’da,

Kavaklıdere’de bir otelde baş başa bir yemek yiyoruz. Garsona

istediği peyniri tarif ediyor. Böyle bir peynirleri olup olmadığını

soruyor. “Evet” cevabı üzerine sipariş veriyor, ama garsonun

kiminle dansettiğini anlaması çok zaman almayacak: “Ben size

istediğim peyniri anlatmak için 10 dakika uğraştım. Siz bana tost

kaşarı getirdiniz. Keşke yok deseydiniz. Heyecanım, mesaim ve

umudum boşa gitmiş oldu, teşekkür ederim...”

* * *

Olimpiyadlara yedi kez gazeteci kimliğiyle katılmış bir basın

ustası ve (hattâ olimpiyad tarihçisi) olduğundan herkes bahsetti.

Bana da sözcüğü ‘’olimpiyad’’, yani ‘’d vurgusuyla’’ yazdığı

ve söylediği ayrıntısı kaldı. Bir de ‘’Comic Sans’’ yazı karakterine

bayıldığını biliyorum. “Sen de mi?” diye bir kahkaha patlatıyor.

“İzmir, bir sabah olimpiyad’la uyanacak...” dediğimde, “çok

zor...” diye iç geçirdiğini de hatırlıyorum.

Farkındayım; dağınık bir yazı oldu. Ama hem üzgün, hem

de söyleyecek çok şey olunca daha fazlasını beceremiyorum her

halde... Kavramları birbirine karıştırmakta üstümüze yoktur ya

“Duayen” işte bu karmaşaya kurban gitmiş sözcüklerden biri.

Fransızca kökenli bu sözcük, en yaşlı, en kıdemli, (aslında en

kıdemli diplomat...) gibi anlamlar taşıyor ve dilimizde de “bir

meslekte yaşça, kıdemce ileride ve yeterlilik bakımından ayrıcalığa,

hattâ erişilmezliğe sahip olan kimse” biçiminde kullanılması

bekleniyor. TDK, “aksakal” karşılığını önermiş; ne hoş, ne güzel

geliyor kulağa... Ama aslında gerçek içeriğine tatminkâr bir karşılık

bulmak zor. Son derece öznel yargılar sonucu şekillendiği

için, içinin doldurulması çetrefilli. Kime göre? Neye göre? İpin

ucunu biraz salsanız, medyamızın özensiz kullanımına vâsıta

oluyor hemen: “Yaşlı, moruk, emekli, kıdemli, dinozor...” Son

birkaç günün gazete haberlerinde belki de ilk kez yerinde, dolu

dolu, hakkıyla ve doğru bir adam için kullanıldı bu sözcük. Ve bu

onun mesleğine son hizmeti oldu. Sözcükleri seçmek ve yerinde

kullanmakta bir “özen ustası”ydı. Sevgili Cüneyt Koryürek’i

kaybettik. Gerçek bir “aksakal” uçup gitti ellerimizden. Hatırası

önünde saygıyla eğiliyorum.