Petek Kışlalı Olcan
Reklam Yazarı
Asİ Çömezden...
Adım adım, hiç durmadan, devamlı hızlanarak gidiyorum.
Az sonra oradayım. Hep olmak istediğim yerde.
Şimdi boynum eğik, örselenmişim... Ama onun karşısına
gülen gözlerle çıkacağım. O bilecek içimin kan ağladığını
ama görmeyecek. Göstermeyeceğim. Söylemeye çekindiklerimi,
beceriksizliklerimi, başarısızlıklarımı... Evet, o
bilecek ama o da göstermeyecek bildiğini. Sızlanmadan
güleceğiz halime. Ve o söylemem gerekenleri, yeteneğimi,
ulaşabileceğim başarıları vuracak yüzüme. Evime, işime,
kızıma, kocama, onun yanında bulduğum kendimi götüreceğim.
Dimdik çıkacağım dönüş yoluna...
Ofisinde buluşmak için her randevulaştığımızda bu duygularla
yürüyordum Elmadağ’a doğru. Taksiyle hızlandırmıyordum
yolumu. Düşünmek için yürüyordum. Anlatacaklarımı
topluyor, sonra biraz yumuşatıp dağıtmak için şakalar şekillendiriyordum
kafamda. Ofisindeki dağınık düzendeki odasına yakışacak
şekilde bir giriş yapmaya hazırlanıyordum. Ciddi ama
komik, düzenli ama darmadağınık, bilen için bilgiyle dopdolu,
bilmeyene içi boş bir kaos olan mekanın hakkını vermek istiyordum.
O oda bir ömür değil, birçok hayattı. Herkes için bir kitabı
vardı. Sanki dostlarından bir kütüphane yapmış gibiydi. Bu yüzden
kitaplarını kimlere verdiğini asla unutmazdı. Kitaplarını geri
getirmeyenlere kızgınlığı da büyük ihtimalle bundandı. Sadece
kitabı değil, kitabı verdiği dostunu da kaybetmiş gibi hissediyordu.
Bir, “Hoş geldin karabatak” esprisiyle başlıyordu buluşmamız.
Ve sonra fotokopiler, kitaplar yığılıyordu önüme. Söylediği
her söz, verdiği her kitap beni biraz daha zorlamak için çoğalıyor,
ağırlaşıyordu. “Bu sende kalabilir... Bunu oku bırak... Kitabı
alabilirsin ama bi dahaki gelişine getirmeyi unutma!” Gümbür
gümbür konuşur, döve döve konuştururdu. Ben de konuşmayı
sevdiğimden olsa gerek, sohbete başlamak için asla sessiz ayak
oyunları yapmazdım. Bütün yaralarımı başkasınınmış gibi duygusuz
ve soğukkanlılıkla seslendirir, sonra da sessizce dertlerime
medet umardım ondan. O da kendisinin yan rollerde olduğu başkalarıyla
ilgili hikâyeler anlatırdı. Bambaşka hayatlar, bambaşka
çözümler... Hayata başlamak, bize bırakılmış bir seçenek değildi
belki ama hayatı farklı yaşamak için o kadar çok seçenek vardı ki.
Bu seçenekler sonucunda kazandığımız ya da kaybettiğimiz her
şey bizim elimizde, bizim sorumluluğumuzdaydı. Böylece, çok
büyük bir tutkuyla aradığımız, bulunduğumuz zamanı ve yeri
hissetmeyi unutturan ‘mutluluk’a bazen kazanç değil, kayıplar
sonucunda da ulaşılabileceğini ondan öğrendim.
Onun sofrasında oturmak herkes için bir ayrıcalıktı.
Kimsenin süsü, titri, ukalalığı kalmaz, herkes insan olurdu orda.
Kılıksız, kıyafetsiz, çıplak bir benlik oluverirdim ben de. Yemek,
sohbet, kitaplar ve anılar bir buçuk saatçikte beni doyurup, büyütüp,
hayatımı yoluna koyardı. Aslında her şey yolundaydı zaten.
Ben, ben olduğum sürece. Bunu göstermek için onunla bir öğlen
yemeği yeterdi.
En son... En son görüşemememiz benim suçumdu. Kendime
küstüğüm bir dönemdi. Eğer ona gidersem onu da hayal kırıklığı na uğratacağımı düşündüm. “Erteleme!” derdi hep. Hayallerimi
ertelememem için yineleyip dururdu bu sözü. En son... En son
ona uğramadığım için sitemle söyledi bu sözü “Erteleme!”. Ben
onun ölümsüz olduğunu düşünecek kadar naif olduğumdan sonunda
anlayabildim ne demek istediğini... Genzini öksürerek
temizlediğinde mutlaka hayatınızı değiştirecek bir şey söyleyeceğini
bildiğiniz ve gösterdiği saygıya, verdiği değere layık olmak
uğruna kendinizi devamlı geliştirmeniz gerektiğini hissettiren bir
ustanın yokluğundan... Puf böreklerinin, biberli tavuğun, portakallı
drajelerin, piponun, kitapların, kırık ama eşsiz bir fincandan
kahve içmenin bir daha asla eskisi kadar keyifli olmamasından...
Zerafetin, anlayışın, şıklığın, paylaşmanın eksikliğinden...
Asla sonlandırılamayacak yeni fikirlerden, müthiş projelerden,
düşünülmüş ama yazımına henüz başlanmamış kitaplardan... 50
değil, 100 insanı bir araya getirseniz doldurulamayacak bir boşluğun
bıraktığı sonsuz bir yalnızlık duygusundan sonra anladım
ertelemenin ne büyük bir lüks olduğunu.
“Senin yazmaya başlamak için dibe vurman gerekiyor” demişti.
Bunu da anladım sonunda. Adımlarımın beni götürebileceği
bir yer kalmadığına, onunla birlikte kendime doğru çıktığım
yolculukta kendimle başbaşa kaldığıma göre galiba oradayım.
Hiç olmak istemediği ama olmam gereken yerde: En dipte. Ve
bu iyi bir şey aslında. Aynı ustamın söylediği gibi... Tekrar yukarı
çıkmak için en güvenli yerdeyim.
O zaman şikayet etmeden, ertelemeden, çömez dimdik yeniden
yola çıkıyor, usta. Gözün üstümde olsun.