Cüneyt E. Koryürek

Hakkında Yazılanlar

 

Mustafa Mutlu

Vatan Gazetesi / 22 Ocak 2008

Gazetecilik Hödükten Çorba

Yapma Sanatı Değildir!

Yirmili yaşlarımın henüz başındaydım, Cüneyt Hoca hayatıma

bir daha çıkmamak üzere girdiğinde. Marmara

Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu kazanmıştım 1980’de.

12 Eylül darbesinin üzerinden iki ay geçmişti sadece...

Okuda dersler başlamıştı... Ama bir şartla: sınıfların kapısı

açık olacak ve kapıda elinde G-3 bulunan bir asker nöbet tutacak!

Kolay değildi o günün şartlarında buna itiraz etmek... Zaten

hiçbir hocamızın aklına da gelmemişti bunu yapmak... Ta ki ilk

haftanın sonlarına kadar!

O gün “Gazeteciliğin Temel İlkeleri” diye bir ders vardı programda...

Dersi kimin vereceğini bile bilmiyorduk; öylesine bekliyorduk

yaklaşık 150 kişi!

Birden hışımla beyaz saçlı, zıpkın gibi bir adam belirdi kapıda

ve ilk iş olarak kapıyı askeri dışarıda bırakacak şekilde kapattı...

Asker, “Kapılar açık olacak, emir var” diye itiraz edecek oldu

ama beyaz saçlı adamın yanıtı kısaydı: “Sana o emri verenlere

söyle, ben bu dersi sadece üniversite sınavını kazanan çocuklara

vermek için anlaştım okul yönetimiyle... Senin de derslere katılmanı

istiyorlarsa, kayıt belgeni getirmen lazım...”

Şaşkın çocuk söyleyecek söz bulamadı, çaresiz seyirci kaldı

kapının kapanmasına!

................

Beyaz saçlı adam hemen kürsüye doğru yöneldi ve “Adım

Cüneyt Koryürek... Hakkımda bu kadar bilgi yeter. Hiç sanmıyorum

ya günün birinde gazeteci olursanız eğer, nasıl olsa ömür

boyu yakanızda olacağım. O zaman tanırsınız beni” dedi...

Sonra ön sıraları tamamen boşaltarak, parmağıyla aramızdan

seçtiği 7-8 kişiyi o sıralara yan yana oturttu. Sıranın en başındakinin

kulağına eğilip, bir şeyler fısıldadı. Sonra geri çekildi

ve bizimle birlikte seyretmeye başladı.

Ön sıradakiler Hoca’dan duydukları sözleri birbirlerinin

kulağına fısıldıyordu sırayla. Yani “Kulaktan Kulağa” oynanıyordu

önümüzde! Birkaç dakika sonra sıranın en sonundaki ayağa

kalktı ve Hoca’nın başlattığı oyunda kullanılan cümleyi, duyduğu

gibi yüksek sesle sınıfa aktardı:

“Gazetecilik hödükten çorba yapma sanatı değildir!”

Müthiş bir kahkaha koptu bu sözlerin ardından...

Sonra Hoca cümleyi kulağına fısıldadığı ilk öğrenciyi ayağa

kaldırdı:

“Arkadaşınız daha anlamlı bir hale getirmiş ama sen söyle

bakalım, ne demiştim ben sana?”

“Gazetecilik sözcükten torba yapma sanatı değildir!”

Kahkahalar dindikten sonra Hoca sınıfa döndü ve fısıltıyla

konuştu:

“Ders bir: iyi bir gazeteci olmak istiyorsanız, asla duyduklarınıza

inanmayacaksınız... Çünkü duyduğunuz bilgi size gelene

kadar mutlaka biçim ve anlam değiştirir!”

.................

O sınıftan sadece 4 - 5 kişi gazeteci olabildi...

Ve Cüneyt Hoca; daha ilk derste söylediği gibi o 4 - 5 kişinin

yakasını bir gün bile bırakmadı. Ne mutlu bana ki; onlardan biri

de ben oldum!

Koskoca gazeteleri, televizyonları yönetirken bile güne,

“Acaba Cüneyt Hoca bugün telefonda ne söyleyecek” sorusuyla

başladım. Çünkü 1980’in Kasım ayında başlayan o “ders” hiç bitmedi,

zil hiç çalmadı...

Kimi zaman hayatımın en güzel sözlerini işittim ondan, kimi

zaman babamdan bile duymadığım eleştirileri! Çok ters düştüğümüz

oldu, gündemdeki konular hakkında. Ama hep bir saygı

çerçevesinde “ortak dili” bulmaya çalıştık.

Tam 28 yıl sürdü bu ders! Neredeyse her gün!

Aramadığı zaman bilirdim ki ya yurt dışında, ya da telefon

edemeyecek kadar hasta!

Eleştiri onun için bir hayat tarzıydı.

Çok beğendiği bir yazımdan sonra açtığı övgü telefonunu

kapatırken bile, “Tamam güzel yazıyorsun da... Hâlâ çok kilolusun...

Rejime başla” derdi!

Meslek ilkelerini, gazetecilik etiğini, dik duruşu, mücadeleyi

ondan öğrendim...

Kavgacılığı da, iğnelemeyi de!

Gerektiğinde özür dileyip, yenilgiyi kabullenmeyi de...

................

Bu uzun ders maratonunun günün birinde bitebileceğini, zilin

çalacağını aklıma bile getirmedim 28 yıl boyunca...

Onun olmayacağı bir hayat mümkün müydü?

Pazar sabahı, biraz daha fazla uyumak için fırsat ele geçmişken,

onun telefonuyla uyanmamayı çok istemiştim; yalan yok!

Ama bu beyaz saçlı zıpkın gibi adamın, hayatıma girdiği hızla,

günün birinde çekip gitmesini bir gün bile istememiştim!

O çalacağına asla ihtimal bile vermediğim “ders bitti” zilinin

çaldığı 19 Ocak Cumartesi gününün sabahı yine telefon etmişti...

Cumhuriyete, laikliğe yönelen tehditlerden büyük endişe

duyuyordu. Benzer duyguları dile getirdiğim o günkü yazım üzerine

konuştuk önce...

Sonra bir sessizlik oldu ve bana 28 sene boyunca eleştirilerin

en anlamlısını da övgülerin en güzelini de yapan o beyaz saçlı

adam, ilk kez duyduğum bir şey söyledi:

“Oğlum...”

Sonra yine ilk kez duyduğum başka sözlerle tamamladı cümlesini:

“Seninle hep gurur duydum... Beni yanıltmadığın için sana

çok teşekkür ederim!”

Ne yapacağım şaşırmıştım...

“Ne oluyor be Hoca... Yaşlanıyor musun yoksa, romantikleştin

iyice” diye gırgıra vurmayı deneyebildim ancak...

“Yaşlanıyor musun” lafını duyar duymaz kahkayı patlattı:

“Çok beklersin... Ben asla yaşlanmam, yaş alırım...”

Cüneyt Hoca 19 Ocak Cumartesi gününden beri hiç aramadı!

Telefonun her çalışında heyecanla bakıyorum numaraya;

arayan o değil...

Küsmezdi, alınmazdı ama...

Şu “yaş” meselesini yine de söylememeliydim...

Görünen o ki, damarına fena basmışım...

...........

Babam kır saçlı, incecik bir adamdı...

Hocam kır saçlı, incecik bir adam!

İkisi de aramıyor artık!

Ama işin ilginci ben ikisini de özlemiyorum!

Çünkü onlar aramasa da... Ben onlarla yaşıyorum!