Cüneyt E. Koryürek

Hakkında Yazılanlar

 

Emin Ergen

Prof. Dr. Türkiye Milli Olimpiyad Komitesi

Sağlık ve Anti-Doping Komisyonu Başkanı

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Spor Hekimliği

Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

CÜNEYT ABİ’DEN ÖĞRENDİKLERİM…

Herkese “abi” diye hitap etmezsiniz, edemezsiniz. “Abi”

bizim kültürümüzde olan özel bir durumdur. Ağabey’in

kısaltılmış şeklidir. Gerçek büyük erkek kardeşiniz olmasa bile

birisine “abi” diye hitap etmek, o kişiye bir aile büyüğü gibi değer

vermenizle ilgili bir algılayıştır. Bu algılayışınız en başta saygı ve

sevgi olmak üzere kişinin sizden yaşça büyük olması, sosyal konumu

ve daha başka birçok duygularımızla ilgili olabilir. Oysa

bazı kesimler “abi” nitelemesini küçümser ve “sıradan” bir tarz

olarak düşünür. Akrabalık olmadan yapılan bu niteleme onlara

uygun gelmez. Daha belirgin kalıplar içinde hitap etmeyi tercih

ederler. O zaman, akrabalığa yakın sevecenlik ve güven duygusu

pas geçilir, daha materyalist bir tarz ortaya çıkar.

Öte yandan bu durum, karşınızdakinin de size, ona “abi” diye

hitap etme açıklığını, olgunluğunu, kısaca kabulünü gerektirir.

Bazıları kendisine “abi” diye hitap edilmesine izin vermeyebilir.

Zaten birkaç kez “abi” diye hitap eder ve beklediğiniz karşılığı göremezseniz

bilin ki bu yakınlık ve yazısız anlaşma olmamıştır. Bu

kişiler kendilerine “bey” veya “beyefendi” diye denmesini bekler,

hatta biraz da bunu hissettirirler.

 

Cüneyt “abi” bende, başlangıçta biraz çekingenlikle de olsa,

“ona” bu şekilde hitap edebilme cesaretini, iznini, zevkini ve ayrıcalığını

veren bir “beyefendi”ydi. Aristokrat olmayan bir asaleti

vardı. Bilgisinin önemi ve gücünü hissettirirken sizin saygı

göstermenizi bekler ama sizi ezmezdi. Cüneyt “abi”nin bilgisi

ve bundan aldığı güç en değer verdiği konularda işlerin daha iyi

gitmesi için ortaya koyduğu gerçeklere dayanırdı. Karşısındaki,

bu gücün kendisini hedef aldığını düşünür ve bu durumundan

rahatsız olurdu. Aslında Cüneyt “abi” karşısındaki ile kesinlikle

uğraşmaz olaylarla ilgilenirdi. Olayların içindeki kişiler doğal

olarak bu ilgilenişten paylarını alırlardı.

Cüneyt “abi”nin herkesin alışık olmadığı bir çalışma ve ilişki

kurma tarzının olduğunu söyleyebilirim. Aklına bir konu geldiğinde

zamana ve mekâna bağlı olmaksızın sizi arar ve istediğini

/ düşündüğünü iletirdi ama bunu yaparken zaman ve mekânın

sizin için uygun olup olmadığını mutlaka sorardı. Hiç dolandırmadan

söze başlar, konuya girerdi. Sizin ve kendisinin zamanına

değer verdiği için, gereksiz nezaket ve giriş cümleleri sarf etmeden

başlardı konuşmaya. Zaten sizi tanıdığı çerçevede sizden

ne istediğini çok iyi bilir ve önceden tasarladığı şekilde konuyu

ortaya koyar, bir bakıma ustaca sizi bu işi yapmaya yönlendirirdi.

Konu bazen sizinle paylaşmak istediği ve uzmanlık alanınızla

ilgili bir bilgi, proje veya bazen de hazırladığı gazete yazısı için

kaynak olurdu. Kamuoyuna iletmek istediğiniz bir mesaj varsa

ve bunun basında yer almasını istiyorsanız Cüneyt “abi” ile bunu

paylaşmak yeterliydi. İnandığı bir konuysa hemen ele alır, güncelliğini

yitirmeden köşesinde işlerdi.

Gençlere inanan ve onlara sorumluluk veren yaklaşımı sanırım

çok fazla yöneticide olmayan özelliklerinden sadece birisiydi.

1986’da Atletizm Federasyonu Başkanlığı sırasında telefonla

arayıp Eğitim Kurulu’nda bana görev verdiğinde duyduğum haz

ve heyecanı hiç unutmuyorum. Uzun yıllar sporcu olarak yer aldığım

bir dalda çalışma alanımla ilgili katkıda bulunabilme fırsatını

bana vermişti. Aslında Cüneyt “abi”yi ilk kez 1983 yılındaki

Avrasya Maratonu’ndan hatırlıyorum. Daha önceleri de karşılaşmama

rağmen, çok yakın temasımız olmamıştı. 1983’te askerlik

görevimi yaparken yolum Ekim sonu İstanbul’a düşmüştü ve ben

kendisini telefonla arayıp doktor olarak görev yapmak istediğimi

söylemiştim. Şüphesiz organizasyon hazırlıkları çoktan tamamlandığından

bana görev düşmemişti. Ama bu gönüllü çalışma

talebimin daha sonra federasyondaki Eğitim Kurulu göreviyle

devamı gelmiş oldu. Liyakat konusundaki hassasiyeti de onun

anımsadığım önemli özelliklerindendi.

1990’lı yıllarda Cüneyt “abi” ile sınırlı temasımız olsa da

zaman zaman Türkiye Milli Olimpiyad Komitesi’nin toplantılarında,

Atletizm ile ilgili faaliyetlerde bir araya geliyorduk.

2000 Sydney Olimpiyadları sırasında uzunca bir sohbetimiz

oldu. Daha sonra Zorlu Grubu’nun atletizm ile ilgili projesinde

bir araya geldik. Her fırsatta, muhtemel sponsorları Atletizm’e

yönlendirme çabası içinde olması gıpta ettiğim bir başka özelliğiydi.

Yorgunluk bilmez bir şekilde, gerek bireysel olarak

sporculara, gerekse alt yapı çalışmalarına katkı sağlamak için

büyük uğraşı verirdi. Türk Spor Vakfı tarafından desteklenmesi

düşünülen ve Sayın Jerfi Fıratlı’nın da gerçekleşmesini

çok arzu ettiği İstanbul’da TMOK ile işbirliği çerçevesinde bir

“Sporcu Sağlığı ve Performans Değerlendirme Merkezi” projesi

gündeme gelmişti. Cüneyt “abi” bu projeyi çeşitli sponsorlara

götürdü. İnandığı bir konuda destek olabilmek için büyük

bir enerji harcamaktan adeta zevk alıyordu. Maalesef bu konu

şimdilik rafa kalkmış görünüyor ama gerçekleştirebilirsek

onun emeklerinin de katkısı olduğunu içtenlikle ifade etmek

istiyorum. Bu sınırlı satırlarla ifade etmeye çalıştığım gibi;

Cüneyt “abi”yi,

Piposuyla…

Papyon kravatıyla…

Muzip gülüşüyle...

Sıradışı espri ve fıkralarıyla…

Atletizm’e adanmışlığıyla…

Liyakata verdiği değerle…

Gençlere güveniyle...

Uzmanlığa saygısıyla…

İnandığı işler için ortaya koyduğu sürekli enerjik çabalarıyla

Hatırlayacağım.