Cüneyt E. Koryürek

Hakkında Yazılanlar

 

Ufuk Boran Kaptan

Delta Ajans Çalışanı

“Cüneyt Bey”, arada bİr “CEK”, ama

en çok da “Bos” ya da “Patron”

19 Ocak gecesi saat 23 civarında bir şey dürttü beni,

“Bilgisayarın başından kalkmadan bir kez daha gazeteye

bakayım” dedim. Haberi görünce yaşadığım şok ve hissettiğim

gerçek sızının epey sonrasında, beni şaşırtan bir şey fark ettim:

Bir gün gelip de Cüneyt Bey’in hayatımda olmayabileceğine, hiç

ama hiç ihtimal vermemişim.

Çok gençtim onunla çalışmaya başladığımda, 24 yaşındaydım.

Cüneyt Koryürek’i tanımıyordum. Adını, bu iş fırsatı nedeniyle

duymuştum. Görüşme günü Delta Ajans’ın bulunduğu

binanın kapısını iterken, arkamdan gelen birisini fark ettim.

Dönüp gülümseyerek kapıyı tuttum geçmesi için. Gözleri parladı.

O zamanlar da – şimdiki kadar olmasa da – kapıyı arkasından

gelenin suratına bırakanlar çoğunluktaydı sanıyorum. Birlikte

asansöre bindik; aynı kata çıktığımız anlaşılınca, “İş görüşmesine

mi geldiniz?” diye sordu piposunun arasından. “Evet” dedim.

“12:30?” dedi sorudan çok saptama yaparak. Yeniden “Evet” dedim.

“Benimle!” dedi gülerek. Ben de güldüm ve bir biçimde,

kapıyı tuttuğum için işi yarı yarıya aldığım duygusuna kapıldım.

Yanılmamışım. İnceliğin, Cüneyt beyin öne çıkan değerlerinden

biri olduğu kadar, onu tanımlayan sıfatlardan biri de olduğunu

kısa süre içinde öğrendim. Bu inceliğin çocuklarına da

geçtiği kesin. Bunun tatlı bir örneği var. Burada çocuklarından

söz etmem çok hoşuna giderdi, eminim. Jale yetişkindi, yaşlarımız

yakındır; onu arada bir görürdük. Mehmet ve Defne sık

sık ajansa gelirlerdi. O dönemde Delta’da çalışanlar için ajansın

düzenli sakinleri gibiydiler; genellikle de Cüneyt bey gider

okuldan alırdı onları. Bir gün önemli bir toplantıdan hışım gibi

çıkıp odamın kapısından arabanın anahtarlarını bana fırlattı.

“Çocukları almaya geç kalıyorum, onları okuldan alır mısın?”

dedi. Ajansta araba kullanan bir sürü insan var, şoför de var,

yine de çocukları bana emanet etmeyi tercih etti besbelli. Gurur

duydum. Ama ortada çok önemli bir sorun vardı. Ben yol bulma

özürlüyüm. Neyse iyice tarif aldım bilenlerden, çizdirdim

bütün yolları ve bir problem çıkmadan okulu bulup çocukları

aldım. Fakat dönüşte, bir anda çevre yoluna çıkmış Edirne’ye

doğru gitmekte olduğumuzu fark ettim. Fark eder etmez de hem

kendime kızıp söylenmeye başladım, hem de paniğe kapıldım

kaybolacağız diye. Defne – sanıyorum on, on bir yaşlarındaydı

– gayet sakin, müthiş destek oldu, beni yatıştırmaya çalıştı,

“Dur bakalım, elbet bir çıkış vardır, merak etme, buluruz” diye.

Yatıştırdı da. Mehmet – o da en çok altı, yedi yaşlarında olmalı

– durdu durdu, “İstersen yaptığımız bu dangalaklığı babama

söylemeyelim” dedi. Hem katıldım gülmekten, hem de inceliğine

hayran kaldım. Dangalaklığı yapan, sadece benim ama

paylaşıyor, “Bu işte beraberiz” diyor o yaşta...

Sıralamaları konusunda çok emin değilim ama bence bir de

“adil” sıfatı var Cüneyt Bey’e çok yakışan. Sonra kendisinin de

bayıla bayıla benimsediği gibi, “didişken”; ama didişirken de çok

adil davranabilen. Dediğim gibi, genceciktim birlikte çalışmaya

başladığımızda, o da benim gözümde koca bir patron! Ama

her türlü fikrimi dilediğim gibi sonuna kadar savunmama izin

veren, çalışanı olduğumu hissettirmek bir yana, çok özgür bir

ortamda olduğumu bilmenin keyfini sürmemi sağlayan bir pat

ron. Birlikte çalışmayı bıraktıktan sonra da her zaman, sevgiyle,

“Boss” diye hitap etmeyi sürdürdüm Cüneyt Bey’e.

Ve gerçekten, “dost”. 1982 yılında oğlumun doğumuyla

çalışma hayatımı süresiz ertelemeye karar verdiğimde ayrıldım

Delta’dan. Aradan geçen bunca yılda, çok sık görüşemedik; bazen

üç-beş yılda bir, bazen yılda bir-iki kez. Ama zaman zaman

telefonlaştık hep. Genelde o daha çok arar, ne kadar vefakâr bir

dost olduğunu kanıtlar, beni mahcup ederdi. Yine 16 Ocak’ta

arayıp ertesi gün ajansa mantıya davet etti. O gün evdeydim,

grip olmuştum. “Yarın işe gidebileceğimden de emin değilim”

dedim. “Tamam o zaman, işe gitsen bile hasta hasta gelme”

dedi. “Haftaya yaparız” diyerek kapattık telefonu. Ertesi hafta,

Teşvikiye Camii’nden uğurluyordum onu...

Çömez’de – ve her zaman – vurguladığı gibi, öğrettiği kadar,

öğrenmeye de çalışırdı hep. Ama aslında, neredeyse hissettirmeden,

ha bire öğretirdi. Çok şey öğrendim. Öncelikle çalışma

disiplinini öğrendim, programlı olmayı öğrendim, işimde titiz

olmayı öğrendim; çalışmaktan keyif almayı, çalışırken eğlenmeyi

öğrendim. Aslında herhangi bir işi iyi yapmak, başarılı olmak

için ne gerekiyorsa ondan öğrendim. En önemlisi, bugün çok severek

yaptığım “hafta sonu işim” çevirmenliğe başlamamda da,

kendi ifadesiyle “bir bakıma”, onun bana verdiği özgüvenin büyük

rolü olduğunu düşünüyorum. Birlikte çalışmaya başladıktan

çok kısa bir süre sonra, iş tanımımla hiç ilgisi olmadığı hâlde, en

son bana okutmadan ajanstan tek bir iş çıkartmaz olmuştu; bunu

hiç unutmadım.

Eğer bu yazıyı ona gönderebilseydim, “Aferin gayet güzel olmuş;

şimdi bunu uzat, iki katına çıkart!” derdi bana; biliyorum,

ama bana verilen yer, bu kadar maalesef.

Hep sevgiyle hatırlayacağım.