22 Ocak 2008 - Hıcal Uluç - Sabah
Gel dosta gidelim, gönül!..
Nasıl bir yıldır bu, en sevdiklerimi arka arkaya alıp götüren?.. Nasıl?.. Önce Orhan'la Kazım gitti.. Çeyrek asırlık dostlar.. Şimdi de Cüneyt Ağabey.. 50 yıllık, yarım asırlık dost.. O da Ercan gibi pisi pisine.. Karşıdan karşıya geçerken bir arabanın altında kalarak..
Olacak şey mi?..
Olacak şey mi?..
Dost!.. O kadar çok kullanır, o kadar çok kişiye dost deriz ki.. Ucuzlar sözcüğün anlamı aslında..
Bu yüzden Cüneyt Ağabey'in dostluğunu ayrı anlatmam lazım..
1958'de tanışmıştık, o 28 yaşındaydı, ben 18.. İkimiz de gazeteciydik.. O Amerika Fresno State'de Gazetecilik ve Halkla İlişkiler okumuş, dönmüş, ülkenin tek İngilizce gazetesi Daily News'a yazı işleri müdürü olmuştu. Ben Yeni Gün gazetesinin spor şefiydim. İkimiz de atletizm âşığıydık. Gazeteler o zaman gece çalışırdı. Akşamüzeri atletizm sahasına giderdik, gazeteye yürüyüş mesafesinde.. Ekremler, Cahitler, Fahirler'i izler, sohbet eder, ordan işe geçerdik. Tanışmamız atletizm sahasında oldu yani.. Hemen de kaynaştık. Öncü'yü kurduğumuzda Roma Olimpiyadları başlamak üzereydi. Cüneyt Ağabey Olimpiyadları bizim için izleyince, birlikte çalışmaya başladık, bir daha da ayrılmadık.
Ben askere giderken, o da fiili gazeteciliği bırakıp Delta Reklam Ajansı'nı kurmuştu..
İki yıl sonra tezkere aldım, Ankara sokaklarında işsiz dolaşıyorum. Sebeb TRT..
O sıralar kuruluşunu yeni tamamlıyor. İşin başında çok sıkı dostlarım var.. "Tezkere alır almaz gel başla, yerin hazır" diyorlar. Bu yüzden etrafa bakmıyorum bile.. Askerlik bitti, TRT'ye gittim. Dilekçemi kendi elleriyle yazdılar. O kadar dostlar yani.. Ertesi gün başlayacağım, formaliteler bitince. Söylenen o.. Bir daha kimse aramadı. Dilekçemdeki "SBF mezunu" lafı sonum olmuş. TRT o sıralar lise mezunları ve üniversite terklerle dolu. Üniversite mezunu üç dört kişi var, onlar da tepe görevlerde.. Bir üniversite mezunu onlar için tehlikeli olabilir..
Aylak aylak dolaşırken bir gün Cüneyt Ağabey'e rastladım Kızılay'da..
"İş buldun mu" dedi.. "Yok" dedim.. "Yarın sabah bana gel, Delta Ajans'a" dedi.. "Hemen şu köşeyi dönünce.."
Gittim.
"Hemen işe başlıyorsun" dedi.. "Şurası senin odan.."
"Tamam da işim ne" dedim.
"Delta Ajans Piar Müdürü'sün" dedi..
"Piar ne ağbi" dedim..
"Öğrenirsin" dedi..
Adını bile bilmediğim bir işe aldı beni, düşünebiliyor musunuz.. Hem de çok iyi bir maaşla..
Masama oturdum ki geldi.. Kucağında kitaplar.. Tam sekiz tane.. Hepsi İngilizce.. "Bir hafta içinde bunların hepsini okuyacaksın" dedi..
Okudum ve Piar'ın İngilizce PR harflerinin okunuşu olduğunu, bu PR'nin de Public Relations, yani Halkla İlişkiler denen ifadenin kısaltılmışı olduğunu öğrendim. Piar da Halkla İlişkiler de o sırada bu ülkede bilinen, tanınan laflar değil.. Bu yüzden ailem dahil aylarca, hatta yıllarca Delta Ajans'ta ne iş yaptığımı kimse pek anlayamadı..
Cüneyt Ağabey'e sorarlardı..
"Ne zaman gelsek oturuyor, okuyor.. Bu adam ne işe yarıyor, niye ona bunca parayı veriyorsun.."
"İşi bana itiraz etmek" diye yanıt verirdi Cüneyt Ağabey.. "Hıncal'ın işi bana itiraz etmek. Onun itirazları sayesinde, her planımı, programımı, kararımı bir defa daha düşünmek zorunda kalırım. Bu da bizi ileri götürür.."
1972 sonunda hastalandım. Hastaneye yattım.. Bir türlü çıkamıyorum. Uzadıkça uzuyor. Ameliyat üstüne ameliyat.. Cüneyt Ağabey her gün kentin öbür ucundaki hastaneye geliyor.. Bir gün "Delta'yı İstanbul'a taşıyoruz" dedi.. "Güle güle" dedim.. "Ben İstanbul'a gelmem. Sen kendine yeni bir PR Müdürü bul. Ben de çıkınca iş ararım."
Gitti Delta İstanbul'a.. Ama "Benim işim bitti. İstanbul'a gelmem" dediğim halde maaşım her ayın birinci günü hastaneye geldi, aksatmadan.. Tam bir yıl, tek gün çalışmadığım, Delta ile ilişkimin kalmadığını açıkladığım halde.. O zamanın parası, 22 bin lira ödedi bana, Gülhane'de yatarken..
Aylar sonra hastaneden çıkınca öğrendim ki, İstanbul'da işler sıkıntılı başlamış ilk aylarda. Yeni iş, yeni masraflar.. Arabasını satmak zorunda kalmış, savaşabilmek için. İşyeri Harbiye'de, evi Emirgan'da bir işadamını arabasız düşünebiliyor musunuz İstanbul'da, hem de maddi sıkıntılar içinde. Otobüsle gidip gelerek..
Kaça satmış bilir misiniz?..
22 bin liraya..
Bana ödediği para yani..
Yanından ayrılan "Artık seninle çalışmam" diyen Hıncal'a, hastanede parasız kalmasın diye her ay maaş ödemek için arabasını satmış Cüneyt Ağabey..
"Dost" ne demek anlatabildim mi?..
Şimdi bu yazı bitince, kalkıp gideceğim cami avlusundan uğurlayacağım. Dost'un benim için neler ifade ettiğini, nasıl, ama nasıl birini kaybettiğimi anlatabildim mi?..
Hayır anlatamadım..
Bazı şeyler anlatılmaz zaten. Yaşanır.. Yaşadığım sürece onu her gün yaşayacağımı biliyorum..
Sonra Dost'a, dostlara gitme günü gelecek.. O güne dek Cüneyt Ağabey!.. O güne dek!..
Cüneyt Ağabey'in seçtiklerinden..
GÜNLÜK yaşamının yarısından fazlasını okumakla geçirirdi Cüneyt Ağabey.. Okuduklarından seçtiklerini de dostlarına yollardı. Öyle bir yazıya 80 adres yazıp herkese değil.. Herkese, ona uyan, onun için seçilmiş yazılar bulurdu, özenle.. Benim köşeme çok katkısı olmuştur, yolladığı yazıların..
Bu sonuncusuydu, eğer öbür taraftan yollamaya başlamazsa.. Çarşamba günü kutumuza tıklamış. Cuma günü Yasemin dosyama koymuş. Cumartesi Cüneyt Ağabey'i kaybettik.. İşte o yazı..
Bir üniversite profesörü öğrencilerine su soruyu sorar;
- Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?
Bir öğrenci ayağa kalkar ve cevaplar.
- Evet, her şeyi Tanrı yarattı!
Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine "Evet efendim" diye cevaplar.
Profesör devam eder.
- Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur. Çalışmalarımızda uyguladığımız kesinleştirme prensibine göre de Tanrı şeytandır.
Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur. Bu arada başka bir öğrenci ayağa kalkar ve "Bir soru sorabilir miyim profesör" der. Profesör sorabileceğini söyler.
Bu sonuncusuydu, eğer öbür taraftan yollamaya başlamazsa.. Çarşamba günü kutumuza tıklamış. Cuma günü Yasemin dosyama koymuş. Cumartesi Cüneyt Ağabey'i kaybettik.. İşte o yazı..
Bir üniversite profesörü öğrencilerine su soruyu sorar;
- Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?
Bir öğrenci ayağa kalkar ve cevaplar.
- Evet, her şeyi Tanrı yarattı!
Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine "Evet efendim" diye cevaplar.
Profesör devam eder.
- Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur. Çalışmalarımızda uyguladığımız kesinleştirme prensibine göre de Tanrı şeytandır.
Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur. Bu arada başka bir öğrenci ayağa kalkar ve "Bir soru sorabilir miyim profesör" der. Profesör sorabileceğini söyler.
Öğrenci "Soğuk var mıdır" diye sorar.
Profesör; "Nasıl bir soru bu böyle, tabii ki vardır" diye cevaplar. "Sen hiç soğuktan üşümedin mi?"
Öğrenci "Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur; yaşamda/ gerçekte biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, Absolute 0 (273 derece C) sıcaklığın kesin yokluğudur. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir" der ve devam eder.
- Profesör, karanlık var mıdır?
- Tabii ki vardır.
- Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü karanlık da yoktur. Yasamda/ gerçekte karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık karanlık bir mekânı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekânın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçerek! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından, ışığın olmadığı yer/ mekân için kullanılan bir kelimedir. O zaman size son bir soru daha sormak isterim, efendim. Şeytan var mıdır?
Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte cevaplar..
- Tabii vardır. Açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde görürüz. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir.
Öğrenci itiraz eder.
- Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı'nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı'nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir. Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan/ kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde hissetmediği zaman yaptıklarının bir sonucudur. O, aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk, ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir.
Profesör kürsüdeki yerine çöker.
Genç öğrencinin adı Albert Einstein'dir.